Göçebe olarak yaşamını sürdürmüş Türk boyları Uzakdoğu’dan Avrupa’ya kadar çeşitli coğrafyalara hükmederek dünyanın kaderini birden fazla kez değiştirmişlerdir. Her göç yeni başlangıçlar getirdiği gibi geride de bazı izler bırakmıştır. Hun İmparatorluğunun bölünmesi sonucu Türklerin batıya hareketi başlamış ve Türkler aynı zamanda doğuda da varlıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir.
Göçebe yaşam tarzı kaçınılmaz olarak farklı kültürlere ve şartlara hızlı adapte olabilmek gibi bir özelliği barındırmaktadır. Nice Türk toplumları bu özelliği avantaja çevirip coğrafyada üstünlük sağlamışsa da kimilerinin şansı yaver gitmemiştir.
İslam’ın kabulü, İslam medeniyetlerinin müttefik olması ile orta doğu coğrafyasında biz Türklere iki büyük imparatorluk kurma fırsatı vermiştir. Öte yandan büyük göç macerasında geride bıraktıklarımız bölgedeki yerleşiklerin baskısına maruz kalarak asimile olmaya zorlanmışlardır.
Sovyetler Birliğinin bünyesine aldığı ve çöküşüyle birlikte bağımsızlıklarını ilan eden Türkî Cumhuriyetlerin yanı sıra Çin’in kuzey batısında yer alan Sincan Uygur Özerk Bölgesinden biraz bahsetmek istiyorum. Çin’in kuzey batısında kalan ve yakın bir zamana kadar nüfusun %75’ini Uygur Türklerinin oluşturduğu bir bölge. Çin, bu bölgeye tıpkı zamanında Osmanlı İmparatorluğunun Rumeli topraklarına yaptığı gibi kendi halkını göç ettirerek Uygur topluluğunu kontrol altında tutmak istemiştir. Ancak Osmanlı’da olanın aksine Uygur Türklerinin yaşantılarına da müdahale etmektedir.
Azınlık olarak yaşamak her zaman zordur. Çin hükümetinin planlı göçleri ile birlikte Uygur Türkleri’nin kendi toprakları üzerindeki özgürlükleri her geçen gün daralmıştır. Öyle ki dini ve kültürel ritüellerini gerçekleştirmeleri gerek polis şiddetiyle gerek toplum baskısıyla engelleniyor.
Azınlıkların toplumsal yaşantılarına bir bakalım: Sosyalleştiğini iddia eden post modern toplumlarda bile (bkz. Almanya, 60’lar) azınlık topluluklara yaşayış biçimlerinden dolayı bir nefret oluşur. Ülke politika olarak ne kadar barışçıl olursa olsun azınlıkların aleyhine hareket edecek bir grup mutlaka oluşur (neo-naziler, klu klux klan vs.) ve bu grup gerek azınlığa gerekse toplumun geri kalanına mensup masum insanlarının haklarını tehlikeye atar. (6-7 Eylül olayları, İstanbul’da yaşayan Rum azınlıkların yaşama haklarına yapılan bir saldırıdır.) Dünya genelinde azınlıklar her ne kadar içinde bulundukları toplumla barış içinde yaşasalar bile, bir gün bu barışın bozulacağı beklentisiyle diken üstünde yaşarlar. Bazılarında bu durum bir paranoya halini alır ve bazen düzeni bozan olaylar azınlıklar tarafından başlatılır.
Bu senaryoların Doğu Türkistan sorunu ile ilişkilendirilmesi zor çünkü bu sorunun ortaya çıkmasındaki en büyük rol orantısız şiddet içeren uygulamaları ile Çin hükümetindeydi. İnsanın kendisine benzeyenlerle gruplaşması, aile apartmanlarından tutun da siyah – beyaz mahallelerine kadar, sıkça gözlenen bir olaydır. Çin’den bu bölgeye yaptırılan göçler bölgedeki sıcaklığı arttırmıştır. Bu gerilime benzin döken olay ise 1997 yılının Ramazan ayında öldürülen 30 Uygur olmuştur. Değiştirilen demografik yapı ile birlikte patlak veren bu kutuplaşma, 1997’den günümüze kötüleşerek devam etmektedir.
Nuri Türkel Human Rights Foundation’da konu ile alakalı yaptığı konuşmasında olayların son 20 yılda evrildiği hale dikkat çeken bir yorum yapıyor:
“Ben çocukken de bir müdahale vardı. 20 sene sonra müdahalenin bu raddeye ulaşacağını tahmin bile edemezdim. Haklarınız için savaşmazsanız, kaybedersiniz.”
Toplama kampları, katliamlar, fişlemeler… Takip kameraları, DNA kayıt sistemleri, halkın ‘büyük birader’ tarafından izlenmesi, ortadan kaybolan insanlar. Bugün Sincan özerk bölgesi Doğu Almanya ile George Orwell’in distopik romanlarının bir karışımı şeklinde varlığını sürdürüyor. Tek fark gelişen teknoloji! Tüm bu olaylara Çin halkının da sesi çıkamıyor. Çoğunun yaşadıkları ülkenin batısında cereyan eden olaylardan haberi bile yok.
“First, they came for the socialists and I did not speak out- because I was not a socialist. Then they came for the trade unions and I did not speak out- because I was not a trade unionist. Then they came for the Jews and I did not speak out- because I was not a Jew. Then they came for me – and there was no one left to speak for me”. -Martin Niemoller
Nuri Türkel’in konuşmasında Martin Niemoller’den alıntıladığı bu söz bizlere bu konu hakkında harekete geçmemizin -onlar için olduğu kadar- bizim için de ne kadar kritik öneme sahip olduğunu vurguluyor.
Çin’in eğitim kamplarında yaşantının nasıl olduğunu daha yakından inceleyelim. Independent Türkçe’ye konuşan Gülbahar Celilova, bu kamplarda geçen 15 ayı anlatıyor:
“Küçük bir hücreye attılar beni, onlarca kişi vardı. Korkunç bir yerdi. Çok korktum bağırmaya başladım. Bir kadın usulca yanaştı. ‘Sakın bağırma, ağlama burada herkes seninle aynı durumda. Ses çıkarırsan daha kötü bir yere götürürler’ dedi. Çok korktum. 20 kişilik hücre ama 40 kişi var. Sırayla uyuyorduk. Tuvalet odanın içinde camlı bir bölmeydi. Her şey ortada yani! Havalandırma yok. Sürekli ağır bir koku altındasınız. Ayda bir kez banyo yapma hakkınız var. O da iki dakika ve soğuk suyla! Sabun yok. Temiz kıyafet yok. 15 ay boyunca aynı kıyafetleri giydim. Çıktığımda kolları yırtılmıştı. Pislikten bitlenmiştik. Vücudumuzda yaralar çıkmaya başlamıştı pislikten. Çıktığımda 20 kilo vermiştim… …Sabah 05.30’da kalkıyoruz, herkes üç sıra oluyor. Direkt duvara bakıp oturuyoruz. Sonra saat 08.00 olunca da herkes üç sıra oluyor, duvara bakıyoruz öyle oturuyoruz hiçbir şey yapmadan… 08.00’dan 08.40’a kadar herkesin 1 dakikası var yüzlerini yıkamak için. Bilekleri yıkamak, başa su sürmek yok. Abdest alır gibi bir haliniz olursa ceza var… …Her ay gelip bir iğne yapıyorlar, bir de ilaç veriyorlardı zorla. Ne olduğunu bilmiyorduk o iğne ve ilaçların. Her gün bir kişi bayılıyordu. Bir gün 43 yaşında bir kadın bayıldı. Bir kız geldi ona yardım etti. Diğerleri zile bastı polis çağırdı. Sonra sen niye yardım ettin diye kızı götürdüler. Bir hafta kayboldu kız. Karanlık bir hücreye götürmüşler. Geldiğinde yüzü gözü şişti. İşkence etmişler… …Bazı kişilerin ölüm haberini alıyorduk. 27 yaşında Hürriyet adında bir genç kız vardı. Tutuklanma nedeni Türkiye’ye gitmesiymiş. Sürekli işkence ediyorlardı. Bir keresinde götürdüler geri gelmedi. Öldüğünü duyduk…”
Kaynak : https://indyturk.com/node/48661/dünya/çin’-doğu-türkistan’da-kurduğu-kampları-anlattı-15-ay-güneşi-görmedim-her-anı Sümeyye Ertekin

Yeniden eğitim kampı olarak adlandırılan toplama kamplarının ‘eğitim’ müfredatı Uygur Müslümanlarını kültürlerinden arındırıp Çin kültürüne adapte etmeyi hedefliyor. Bu hedefler doğrultusunda uygulanan psikolojik ve fiziksel şiddete ve yapılan insan hakları ihlallerine sessiz kalmaya devam etmemiz durumunda dünyanın yeni bir Auschwitz kampıyla karşı karşıya kalmaması işten bile değil.
Dünya’nın yeni bir toplama kampına daha ihtiyacının olmadığını kanıtlamak adına yapılan zulme sessiz kalma!